28 Aralık 2010 Salı

bugün eve ranzamız geldi. oğullarım çok mutlu. yusuf ikiletmeden yatağına -ranza hevesiyle- erkenden yattı. Kitabını orada okudu, hatta becerebilse ödevini orada yapacak akşam yemeğini de yine orada yiyecekti ( ama cadı annesi böyle bir şeye asla izin vermez) sonra da " bu işte benim bir başarım yok ama çok gururluyum" diyerek etrafta dolaşmaya başladı. Anaannesi de - anaannemiz bir haftadır bizde çok şükür- "olur mu yusuf, eğer sen olmasaydın bu eve ranza alınmazdı, latif için tek kişilik yatak yeterdi" dedi. yusuf bu cevabı çok sevdi sanırım. evde ki en sevdiği mobilyanın kendisiyle olan ilgisi onu pek memnun etti.
Bu hafta sonu keçiörendeki akvaryuma kaçtık, şu yurtdışındaki belgeselerden tanıdığımız dev akvaryumların miniği olan akvaryumdaki balıkları çok sevdik. yusuf balıkların latince isimlerini anaaanesine okumaya çalışırken anaannemiz de "Allah bunları nasıl yaratmış, boyanmışlar sanki" diyerek yusufa şaşkınlığını anlattı. Latif balıkları arada cam yokmuş gibi yakalamaya çalıştı. Pazar günü ise ailecek sirke gittik. Bu sirke bir de babaannemiz ve dedemizle gitmiştik. Çocuklar ikinci defa aynı gösterileri görmelerine rağmen pür dikkat izlediler. Latif bir müddet soonra etrafta babasıyla turlamaya başladı gerçi. bir o tarafa bir bu tarafa gidip durdu. Anaanemizse ipten ipe atlayan cambazları elini kalbini götürerek "bismillah bismillah" diyerek izledi. hanii fotoğraflar hani fotoğraflar diyebilirsiniz. valla yok. cumartesi makinayı almayı unutmuşuz pazar ise yarı karanlıkta çektiğimiz fotoğraflar çocuklarımı zombi gibi göstermiş. ikisinin de gözleri kırmızı kırmızı. koyamadım ne yapayım.

tecrübe

yusuf zor bir çocuktu. hakikaten. yürümeden önce koşmayı, evet demeden önce her şeye hayır demeyi, oyuncaklarıyla oynamadan onları bozmayı vs. öğrenmişti. dört yaşına kadar üç kanepeyi ve de kendi yatağını zıplayarak kırmıştı. Ben de bütün erkek çocuklarının bu şekilde davrandığını zannediyordum. Fakat tüm erkek çocuklar aynı değilmiş, bunu da ikinci oğlumdan öğrendim. Latif ufacıcık bir yerden düşüp ağlamaya başlayınca ilk şoku yaşamıştım, zira Yusuf'un vucudu sürekli morluklarla, kabuk bağlamış yaralarla dolu olurdu ama hiç sesi çıkmazdı. (Ağlamayı büyüyünce keşfetti ne yazık ki.) sanırım büyük oğlum önüne bakmadan her tehlikeye bodoslama atlarken ufağının temkinli olması aralarındaki farkı gösteriyordu. ama ben yine de onlara ayrı muamele göstermeyi beceremedim. Latif'e beni anlamaya başladığı andan itibaren asla "hayır, elleme, olmaz, oraya dokunma, buraya gel vs." gibi şeyler demiyordum. ne de olsa dinlemeyecek, burnunun dikine gidip daha çok karıştıracak sanıyordum herhalde...Zira bu cümleler Yusuf'a beş yaşına kadar hiç sökmemişti. bu durum Latif bir yaşındayken teyzesi ona "hayır oraya dokunma" deyince Latif'in uysal bir şekilde söz dinlemesiyle son buldu. Nasıl şaşırdığımı anlatamam. bir mucize gibiydi. sonra ona teyzesi "buraya gel" deyince de gelmişti. Küçük dilimi yutacaktım neredeyse...Gerçi onu elleme deyince çoğu çocuk gibi o denilen şeyden uzaklaşıyor ve başka şeyi kurcalamaya başlıyordu.. hala daha öyle. olsun. iplerin elimde olduğunu bilmek yine de çok güzel

15 Aralık 2010 Çarşamba

:)

Latif sürekli gülmemizi sağlıyor. hem de sürekli... sağolsun

müzik ve şeytan.

1-Yusuf bugün latifle okuduğumuz okul öncesi kitaba bakarak gülmeye başladı.Latif'in tüm kitaplarını -malum- yusufun eski kitapları oluşturuyor. ilk çocuk hevesiyle ona o kadar okul öncesi kitap almışız ki anlatamam, değil latife latiften sonra en az beş çocuğu da yeterler. Neyse bu kitabımızın üzerinde yusufun yapıştırdığı bir yapıştırma vardı. yapıştırmada saksofon çalan bir adam ve saksofondan çıkan notalar görünüyordu. Meğer bu yapıştırmayı ona kuzeni Melek ablası vermiş, verirken de "Ne güzel değil mi şarkı söylüyor" demiş. Benim güzel oğlum da yapıştırmanın gerçekten şarkı söyleyeceğini sanmış, kitabbına yapıştırmayı yapıştırıp şarkı söylemesini beklemiş. Uzun süre. Çok heycanlanmıştım dedi anlatırken bana,
2-Yusuf'a gözleme pişiriyorum. Gözleme onun çok sevdiği bir yemek. özellikle ıspanaklı gözlemeye bayılır oğlum. gerçi bu günküler patatesli... O da bana yüksek sesle kitap okuyor. Birden durdu ( aynı anda çok şeyi düşünme ve bu yüzden tek bir şeyde acayip bocalama hali vardır da kendisinde... sanırım daha pratik bir dillle buna dikkat dağınıklığı deniyor) ve şöyle dedi: "Şeytan Hz. Ademe secde etmeyeceğini söylerken neden küfretmediğini şimdi anladım. Çok kızgındı ama küfür etmedi çünkü yanlarında Allah vardı"

12 Aralık 2010 Pazar

merhamet



işte size yusuf'un küçüklük resmi. melekler yüzünü alıp kopya kağıdıyla latife geçirmiş gibi değil mi? biz de şaşırmıyor değiliz. şimdi de şaşkınlık verici başka bir durumu anlatacağım size. geçen gün oğlum bana "anne neyin var" dedi ben de "başım ağrıyor oğlum" diye yanıtladım onu. bu aralar çok başım ağırıyor herhalde ve de o bu yanıyla çok karşılaşıyor. bana şöyle dedi" senin başının ağrısının bende de olması için sürekli dua ediyorum, böylece onun nasıl bir şey olduğunu anlarım ve onu geçirecek bir şeyler bulabilirim"

11 Aralık 2010 Cumartesi

kıyak bir cumartesi

Aşağıdaki tüm fotoğraflar kıyak cumartesimizin görselleridir. Sanırım yalnışım var. iki tanesi cumaya ait. cuma gecesi evde tiyatro düzenlendi. Başrollerini oğullarımın oynadığı komedi türünde bir oyundu. yusuf kar yağacak diye gardorobundan kar şapkalarını çıkardı, sonra da abi kardeş takıp takıştırıp oyun tertip ettiler. Ben de dayanamadım bol bol fotoğraflarını çekip kameraya aldım onnları. Tabii gülmekten fırsat bulduğum zamanlarda. Cumartesi sabahı ise kar süprizi ile uyandık. Ailecek cama yapıştık diyebilerim. Hele yusuf haftalardır "kar yasın kar yasın" diye dua ettikten sonra karla karşılaşınca pek keyiflendi. Azıcık tutan karımız eriyip gitmesin diye sokağa koşturduk tabii. Fakat kar oynananacak kadar çok değildi. biz de karın tutabileceği yere doğru direksiyon kırdık. devlet mezarlığına... malum kar mezarlıklarda iyi tutar. Tabi kii mezarlığın içinde oynamadık. devlet mezarlığının yanında hem kocaman bir müze hem de karadeniz gölü diye bir yer var. resmi bir mekan olduğundan çoğu insanın keşfedemediği gizli kapaklı bir cennet. yazın işletilen ucuz mu ucuz da bir kafetaryası oluyor buranın. ağaçların yanında karadeniz gölüne bakarak türk kahvesi içebilirsiiniz yani...
soluğumuzu burada aldık. içeriye girerken arabanın ruhsatını vermek dışında yapmanız gereken başka hiçbir şey yok zaten. Ruhsatı alıp size giriş belgesi veren kişi de sivil giyimli askeri vazifesini yapan tazecik bir delikanlı oluyor. biz her seferinde başka birini gördüğümüz bu delikanlılara bakarak karı koca onların ne kadar küçük ve masum olduklarından bahis açıyoruz. ve aynı yaştaki çocukların doğuda da askerlik yaptıklarını içimiz acıyarak hatırlıyoruz.
Neyse karadeniz gölü demiştim değil mi? Aslında burası bayağı bir havuz. şekli ise karadenizin çoğrafi konumu biçiminde yaptırılmış. Atatürk'ün isteği üzerine... Kendisi memleketine olan sevgisini böyle zarifliklerle göstermiş ama onun bu yönlerini ne yazık ki tarih kitaplarında yok. Atatürk bu havuzda yüzmekten ve sandala binmekten hoşlanırmış. yazın havuz dolu oluyor ama kışın bomboş. aşağıdaki fotoğraflardan birinde de yusuf boş havuzda koşturuyor zaten. Biz yusuf gibi havuzun içine dalmadık ama bayağı karlara bata çıka oynadık. ilk teslim bayrağını çeken de ben oldum. üşüdüm üşüdüm dönelim diyen annenin hatrı mecburen kırılamadı.Zira tehdit büyük anne şifayı kaparsa kime kim bakacak?
oradan bir alışveriş merkezindeki oyuncakcıya uğradık. hafta sonları bu merkezdeki oyuncakçılar çıldırıyor. çocuklara yarışmalar düzenliyor, sihirbaz getiriyor, palyaçoları ortalığa salıveriyorlar. fotoğraflarda yusuf beyi bacaklarına balon sıkıştırıp koşturmaca ve üzeriine en çok mandalı takmaca yarışmalarında görüyorsunuz. Sonra da tıkıntık tabii. evde yemeğe pek tenezzül etmeyen, dışarıda ise karnı hep zil çalan oğlumuz yusuf rekor düzeyde bir vakitte lahmacunlarını mideye indirdi. babamız da bunu fotoğrafladı. Latif de babasının kolasından çıkan buzları pipetlere takarak alışveriş merkezindeki yemek yiyen insanların arasında dolaşmaya başladı. bacak kadar şey o buzları hiç düşürmedi inannın. fakat buzlara sulanıp onları yalamaya başlayınca anne devreye girip onları yere çaldı ve veledi yerden yeniden allmasın diye üzerlerine basıp kırdı. Sonra mı ne oldu? yusuf ve babammız eve dönmeyelim şarkısını terennüm ederken uykusu gelen latif ve yeniden anne olmasına birkaç hafta kalan ben onları zorla eve sürükledik.

8 Aralık 2010 Çarşamba

dananın kuyruğunu koparttık, ya da makasla kestik.

Yusuf'un ders çalışmasını görmelisiniz. yok yok çok görmeyin size de fenalık gelebilir. onu derslerinin başına oturtmak hakikaten çok zor. tam gün okulun ardından yemek biraz dinlenme gibi molaları takiben "ödevler" isimli lavel'e geçiyoruz. günün en zor kısmı. ben başında oturmazsam katiyen ders çalışmıyor beyefendi. normalde konuşmayı sevmeyen oğlumuz söz konusu "ben" olunca değişiyor zaten. bana öğrendiği her şeyi öğretmek, okuduğu her kitabı okutmak, seyrettiği her çizgi filmi seyrettirmek ve hepsi hakkında sohbet etmek gibi bir alışkannlığı var. buna ilkokulla birlikte her ödevi beraberce yapmak da eklendi. Aslında onunla vakit geçirmek benim için de hoş. fakat latif ve doğmak üzere olan bebek her zamankii tempomu aksatıyor. dün de fena bir gribe yakalandım. hatta babamız latife bakmak için işten iki saatliğine ayrılıp eve bile geldi. ben de fırsattan istifade uyudum. akşam da yorgunluk devam edince babamız hazır yemek poşetleriyle yardıma koşup çocukların karınlarını doyurdu.
eee ödevler mi? ödevlere anne başa ekşimediği için çok ama çok geç başlandı, uyku da geldiğinden hiçbiri bitmeden yatıldı. ben de dananın kuyruğunu kesiverdim. sabahleyin yusufu okula göndermedim ve tüm gün cezalı ilan ettim. babamız her ne kadar bunun iyi bir ceza olmadığını söylese de bence çok yerinde bir hareket oldu. zira okula gidemiyeceğini öğrenen oğlumuz ben bir şey demeden sabah sabah masasının başına geçip ödevlerini yapmaya başladı. - ki bu bir mucizevi olaydır- okul onun için çok önemli çünkü. derslerden ziyade arkadaşlarıyla ilgili bir durum.
aslında ben her yükü omzuma almamayı başarabilsem oğullarım çok daha dayanıklı bireyler olacaklar. sorun ben de, hayatı onlar için öyle kolaylaştırıyorum ki bu sefer aksine tahammüll edemiyorlar. oyuncaklarını bile rahat oynasınlar diye salak gibi gruplara ayırıyorum, (arabalar, küçük arabalar, elektronikler, büyük parçalar vs. ayrı ayrı poşetlere koyulup oyuncak kutusuna yerleştiriliyor, her oyundan sonra bozulacağı biline biline yapılıyor bu sınıflandırma... ah ben, bir zamanlar bu yönü sebebiyle valideme çok veryansın etmiştim. büyük lokma yut büyük laf etme dünyası işte)

kutlarım 23 nisan paralı oldu

Veli toplantılarında eskiden çocukların durumları konuşulurdu. Ailelere çocukların dersleriyle alakalı dikkat etmeleri gereken mevzuular anlatılırdı. Benim zamanımda öyleyddi en azından. yusufun zamanında ise bu toplantıların gündem maddesini herhangibir şey için toplanacak paralar oluşturuyor. toplantıya çağırıldığımızda ya okul aile birliği parasıyla ya sınıf parasıyla, ya spor etkinlikleri için lazım olan parayla ilgili şeyler dinliyoruz. Hadi bunları bir yere kadar tolere ediyor insan ama son toplantının para toplama malzemesi inanılır gibi değildi. 23 Nisan parası... 23 nisanda yapılacak gösteri için bir eğitmen tutulacakmış - muhtemelen okullun beden eğitimi öğretmeni oluyor bu kişi- bu eğitmen için her ay kişi başı 50 tl gibi bir fiyat istediler. düşünün daha nisana ne kadar zaman var.( toplan 7 dakika sürecek bir gösteri için kişi başı 300 tl falan para vereceğiz yani kıyafetleri de park bravo'dan alırız artık) aileler karşı çıkmış tabii. (böyle ikinci ağızdan anlatıyorum çünkü toplantıya ben katılamadım babamız katıldı) öğretmen baş edemeyeceğini anlayınca müdürü çağırmış. Müdür "valla sizbilirsiniz pparayı vermeyen gösteriye çıkamaz" demiş. veliler bu gösteriye çocukların çıkmasının hakları olduğunu savununca da pişkin müdür" ne olcak 23 nisana çıkmazsınız 19 mayısa çıkarssınız" diye dalga geçmiş. şikayet edeceğiz diyenlere de (demek ki arkası bayağı sağlam herifin) hiç vakit kaybetmeyin nevinde bir şeyler zırvalamış.
tabii protesto yapan tüm veliler çocukları mahrum kalmasın diye bayrakları yavaş yavaş suya indiirmiş. 35 kişilik sınıftan sadece beş kişi bu programa uymayı red etti. Biz de onlardan biriyiz. bu kararı yusufla ortak aldık. ona sorunun para olmadığını çok isterse onu göndereceğimizi söyledik. fakat rahatsız olduğumuz noktayı da açık açık belirttik. normal bir etkinliğe bile parası olanın katılması müthiş bir ayrımcılık. Boyu uzun olanın, dansa yetenekli olanın, yahut bir becerisi olanın değil de parası olanın bu tür bayramlarda hak kazanması korkunç bir şey. Üstelik çocuklar bunu bu yaşlarda normal olarak görüp ileriideki tüm kararlarını da "para"nın üstünlüğüne dayanıp vereceklerdir. Hak etmek değil,hakkı gasp etmek biçimde... Bu karışık konuşmayı yusuf dikkatle dinledi. "Ben paranız yok diye göndermek istemediniiz ve bu kadar sinirlendiniz zannetmiştim" dedi. Sonra da anlattıklarımızı mantıklı buldu. bir haksızlığın içinde olmak istemediğini belirtti. haksızlık derken söylediklerimizi tam anladı mı bilmiyorum gerçi biz bayağı müsterih olduk. Ardından da ekledi "hem 23 nisan günü okula da gitmeyiz gezeriz mesela araba yarışlarına gideriz."

Aile albümü

uzun zamandır bloğa resim yüklemiyordum. başlayınca dozajı fena halde kaçıranlardanım. zira blok aile albümüne döndü. Olsun varsın. size yayınlanan bu fotoğraflar hakkında kısa malumat vermek istedim. Bir kısmı yaz aylarından bir kısmı sonbahardan olan bu görseller de ana tema "delikanlılarım" oluyor kuşkusuz. birlikte berber macerası, köy keşfetme macerası, hamam sefası, bayramda büyüklerimizle dolaşma (malum büyüğümüz ailemizin de en yaşlısı olan güleç dedemiz oluyor), park bahçe gezme olarak da özetleyebileceğimiz bu fotoğraflarda oldukça eğlenmiştik.
Şimdi biraz da olan bitenden bahsetmek istiyorum. Latif oldukça mutlu bir dönem geçiriyor. biz bu mutluluğu, mimiklerinden, olduğu yerde dans edişinden, aniden kollarını açıp bize koşarak sarılmasından falan çıkarıyoruz. çünkü henüz kendisi hislerini söze dökemiyor malum. kelimelerimiz "anne, baba, abi, düştü, bitti, mama" dan öteye geçemedi. yine de çenesi durmuyor ama. bizim anlamadığımız o "anu bana baru, duvayı yaaa.." lisanında konuşmakktan geri durmuyor, ayrıca konuşurken siyasetçi gibi ellerini kullanıyor. işaret etmeler, kaşlarını çatıp kollarını havaya kaldırmalar falan... şaşkınlıkla izliyoruz.
Yusuf ise bu aralar yazdığım çocuk hikayelerine konu bulmakla uğraşıyor. gördüğü rüyaları, saptamaları vs. bana anlatıp sonra da onlardan esinlenerek yazdığım hikayeleri okuyor. yalnız benim hikayeye kattığım örgülere, dile hiç ehemmiyet vermiyor sanırım. çünkü yazdıklarımda sadece kendi söylediklerini görüyor. geçen gün bana artık kendisi hikaye yazmak istediğini söyledi. sanırım verdiği fikirleri tıpatıp çaldığımı düşünüyor. konuyu ben veriiyorum bari ben yazayım diye düşünüyor olmalı.
babamızsa zor güler geçiriyor, benim rahatsızlığım ( buna rahatsızlık denmemeli sanırım zira kısa zamanda yeniden anne olacağım) sebebiyle veletlerle daha çok uğraşıyor, daha az uyuyor, daha az dinleniyor. yazık ona. değil mi?

7 Aralık 2010 Salı